Yazilar

<< Terug naar home | Analiz Haber

Posted by Gazeteci
Mar 28, 2017

Türkiye-AB ilişkileri kopma noktasına yaklaşıyor

Türkiye-AB ilişkilerinde bugün yaşanan kriz, 1997’den farklı olarak, siyasi-ekonomik, kültürel-idari boyutların tümünü kapsayan ve geri dönüşü çok zor olabilecek ‘büyük ve bütünsel kriz’ riskini taşıyor.

Yıl 1997: Türkiye-AB ilişkilerinde büyük kriz yaşanıyor. Sonunda, ilişkiler ‘siyasi düzeyde donduruluyor.’ 1999 yılı sonunda, Türkiye’ye ‘aday ülke statüsü’ verilinceye kadar, siyasi düzeyde yaşanan kriz devam ediyor.

1997-1999 arası dönemde, Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı ekonomik, siyasi, hukuki çalkantı devam ediyor. Bu nedenle 1997 yılında siyasi düzeyde donan ilişkilerden iki yıl sonra, 1999 yılı sonunda, AB’nin niye Türkiye’ye tam üyelik müzakerelerinin başlatılması yolunu açacak ‘aday ülke statüsü’ kararını verdiğini tam olarak bilmiyoruz. O dönem üzerine yapılan yorumlar ve çalışmalar, bölgesel ve küresel gelişmelere bağlı olarak ‘Türkiye’yi kaybetmemek’ düşüncesinin AB’nin aldığı kararda önemli rol oynadığını vurguluyor.

Türkiye ekonomisi 2001 krizine girmesine rağmen, AB’nin siyasi krizi bitiren kararı, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasını sağlıyor. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, 2001 ekonomik krizinden çıkmak için reform sürecinin başlatılması ve 11 Eylül 2001’de yaşanan ve Amerika’yi kalbinden vuran büyük terör eylemi, tüm bu unsurların birleşimiyle, 2000-2006 yılları arasında Türkiye-AB ilişkilerinde bugün özlemi içinde olduğumuz altın dönem yaşanıyor. 2000-2002 yılları arasında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin reform niteliğinde attığı adımlarla 3 Kasım 2002 seçimlerinin galibi AK Parti hükümetinin yaptığı reformalarla birleşince, Türkiye-AB İlişkilerinde 3-Ekim-2005’te tam üyelik müzakereleri başlatılıyor.

‘Büyük ve bütünsel kriz’ riski

Yıl 2017: 15 Temmuz 2016 darbe girişimden sonra sıklıkla gelmeye devam ettiğim Brüksel’deyim. 1997’den 2017’ye yaşanan 20 yıldan sonra, yine, Türkiye-AB ilişkilerinde değişen bir şey yok, yine büyük bir siyasi krizin eşiğindeyiz. 20 yıl sonra, yaşanan bunca gelişmeden, atılan bunca adımdan sonra, tam üyelik müzakereleri durmuş durumda ve tekrardan 1997 yılını hatırlatan bir krizin eşiğindeyiz. Türkiye-AB ilişkileri siyasi düzeyde durma noktasına doğru hızla ilerliyor. Bununla birlikte, altını çizelim, Türkiye-AB ilişkilerinde bugün yaşanan büyük kriz, 1997 siyasi krizine benzemekle birlikte, çok daha ciddi sonuçlar doğurabilecek nitelikte.

Üç noktanın altını hemen çizelim:

Bir, taraflar kriz riskini yükselten tavırlarını sürdürürken, 1997’den farklı olarak, bu krizden nasıl çıkılacağı ya da 1999 yılı sonunda alınan olumlu karar gibi bir kararın bugün nasıl alınacağı üzerine ne Türkiye ne de AB tarafında hiçbir düşünce ya da arayış yok.

İki, bugün yaşanan kriz, 1997’den farklı olarak, siyasi düzeyle sınırlı olmayabilir. 1963’ten beri süren ve artık taşınması giderek zorlaşan Türkiye-AB ilişkileri tümüyle bitebilir. İngiltere örneğinde yaşandığı gibi, Türkiye, AB ilişkilerini referanduma götürebilir ve Brexit gibi, Türkiye AB’den ayrılabilir. Ya da eğer 16 Nisan anayasa değişikliği referandumundan sonra Türkiye, idam cezasının geri gelmesini onaylarsa, AB, Türkiye’nin tüm kurumlarından ayrılması gerektiği kararını alabilir. Diğer değişle, Türkiye-AB ilişkilerinde bugün yaşanan kriz, 1997’den farklı olarak, siyasi-ekonomik, kültürel-idari boyutların tümünü kapsayan ve geri dönüşü çok zor olabilecek ‘büyük ve bütüsel kriz’ riskini taşıyor.

Bardağı taşıran son damla

Üç, bugün yaşanan kriz, çok büyük bir güven sorununu, retorik ve sembolik düzeyde telafisi çok zor tavır ve söylemleri içeriyor. Berlin, Brüksel, Rotterdam ve farklı Avrupa kentlerinde yaşanan sorunlardan sonra bardağı taşıran son damla niteliğinde Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’ın başına silah doğrultulmuş ve ‘Erdoğan’ı öldürelim’ çağrısı yapılan posterlerin İsviçre’de asılması, yaşanan krizin sembolik düzeyde geldiği noktayı simgeliyor. Başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri için yapılan ‘Nazi’ ve ‘Faşist’ gibi tanımlamaların da Avrupa’da kabul edilmesi mümkün değil.

Tüm bu boyutları içinde geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru giden Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan kriz, üzülerek söylemek gerekir ki, Türkiye-AB-Avrupa’nın birlikte hareket etmesi gerektiği ve birbirine gereksinim duyduğu bir dönemde yaşanıyor.

Bu bağlamda da iki noktanın altını çizmemiz gerekiyor:

Bir, mülteci krizi: Türkiye’nin, ‘koşulsuz misafirperverlik ilkesi’ içinde misafir ettiği mültecilerin sayısı 3.6 milyona yaklaşıyor. Mültecilerin gitmek istedikleri yer Avrupa. Mülteci krizi, Türkiye-AB-Avrupa’yı doğrudan ilgilendiriyor; bu aktörlerin beraber çalışmasını gerektiriyor. Ne Rusya, ne İran, ne Suudi Arabistan mülteci sorunuyla ilgililer; mülteciler de bu yerlere gitmek istemiyorlar. Gerek Türkiye-Almanya ilişkilerinin, ki bu iki ülke mülteci krizinde kilit ülke konumundalar, gerekse de Türkiye-AB ilişkilerinin iyi ve olumlu seyretmesi mülteci krizinin çözümü için olmazsa olmaz niteliğinde. Böyle bir durumda, Türkiye-AB ilişkilerinde krizden değil, tam aksine, birliktelik ve ortak çalışmadan konuşmalıyız.

İki, terör sorunu: Fransa, Belçika, Almanya’da yaşanan DEAŞ törörüne karşı en önemli mücadeleyi Türkiye veriyor. Türkiye’de de DEAŞ terör saldırıları yaşanıyor. Türkiye’nin DEAŞ terörüne karşı verdiği mücadele, Avrupa’nın güvenliğiyle de ilgili, Avrupa’nın güvenliğini sağlıyor. Türkiye, Avrupa’dan, PKK teörüne karşı da kendisine destek vermesini istiyor. Türkiye-AB-Avrupa’nın teröre karşı beraber ve birlikte hareket etmesi gereken bir zamanda, Türkiye-AB ilişkilerinde kriz yaşanıyor. Bu krizden sadece devletler değil, masum insanlar da olumsuz etkileniyor.

15 Temmuz darbe girişimi ve FETÖ ile mücadele

Peki, Mülteci krizi ve terör sorunu gibi iki çok ciddi süreç yaşanırken kriz niye çıkıyor?

Bir, AB-Avrupa ülkelerinde yaşan seçimler ve Türkiye’de yaşanan referandum, Türkiye-AB ilişkilerini rehin almış durumda. Avrupa’da, anti-Türkiye ve anti-Erdoğan söylem siyasi aktörler tarafından seçim için kullanılıyor, Türkiye’de de anti-AB ve anti-Batı söylem giderek güç kazanıyor;

İki ve daha önemlisi, Türkiye, 15 Temmuz darbe girişimine ve bu darbenin hazırlanmasında baş rolü oynayan FETÖ terör örgütüne karşı AB’den ve Avrupa ülkelerinden beklediği desteği ve anlayışı görmüş durumda değil. Bu durum, Türkiye’nin AB ve Avrupa ülkelerine güvensizliğini arttırıyor.

Brüksel ve Berlin’e darbe girişiminden sonra yaptığım ziyaretlerden aldığım izlenim şuydu: Türkiye’nin AB ve Avrupa ülkelerine darbe girişimi ve FETÖ noktasında yaptığı eleştiri güçlüydü ve ahlaki üstünlüğe sahipti. Fakat, son dönemde, gerek FETÖ ile mücadele çabalarının akademi ve bütün kamu kurumlarını kapsayacak şekilde genişlemesi, gerekse de Avrupa’da yaşanan seçimler, AB ve Avrupa ülkelerini, Türkiye’ye karşı söylemlerinde ve tavırlarında darbe girişimi ve FETÖ kartını tekrardan oynama kararına yöneltti. Bugün Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan güven bunalımında, darbe girişimi ve FETÖ sorununun çok önemli rol oynadığını vurgulamalıyız.

Üç, Avrupa ve Amerika’da gelişen ‘İslam korkusu’, ‘mülteci korkusu’, ‘yabancı korkusu’ vb. tepkici milliyetçi ve kültürel ırkçı söylemler, bir taraftan aşırı sağ ve popülist siyasi liderleri ve partileri güçlendirirken, Türkiye-AB ilişkilerinde de, anti-Türkiye ve anti-Erdoğan söylem ve tavırların güçlenmesine zemin hazırlıyor.

AB Türkiye’yi kaybediyor

Türkiye-AB ilişklerinde yaşanan krize, işaret edilen bu noktalar içinde bakmak gerekiyor. Bugün, 1997 krizinden çok daha ciddi ve bütünsel bir krizin eşiğindeyiz; tam da Türkiye-AB ilişkilerinde birlikteliğe ve ortak çalışmaya ihtiyaç duyduğumuz bir zaman diliminde.

Tavır ve retorik, gerçek sorunların ötesine gidiyor, ilişkilerde yaşanan güven sorununu derinleştiriyor ve ilişkileri dönüşü olmayan bir eşiğe doğru savuruyor. AB Türkiye’yi kaybediyor; Türkiye AB hikayesinden vaz geçiyor. Ne AB’nin, ne de Türkiye’nin böyle bir lüksü varken.

Türkiye-AB ilişkilerini tekrar 2000-2006 bahar dönemine geri götürecek adımların atılması için çalışmalıyız.

Türkiye-AB ilişkilerinin iyi ve verimli olmasının, sadece devletler için değil, daha da önemlisi, bölgesel ve küresel risklerin hedef haline getirdiği masum sivil insanlar için de çok önemli olduğunu unutmayalım. Ayrıca bu krizin ne AB’ye ne de Türkiye’ye hiçbir yararı olmadığı, iki tarafın da farkında olması gereken bir konu. Umarım, dönüşü olmayan eşiği aşmamışızdır.

Analiz - GORUS_gorus_fuat_keyman

[Prof. Dr. Fuat Keyman. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü]

Mar 28, 2017
blog comments powered by Disqus
Loading posts...