Yazilar

<< Terug naar home | Analiz Haber

Posted by Gazeteci
Apr 13, 2020

ABD’nin tek kutuplu düzeni son mu buluyor?

Modern dönemde diğer düzen anlayışı, devletler arasındaki materyal güç dağılımına yaslanır. Sistemi belirleyen kurumsal düzen değil, devletler arasındaki güç dağılımı ve ortaya çıkan güç dengesidir. Güç siyaseti düzeni bazen, özellikle ideolojik çatışmaların derinleştiği özel dönemlerde, kısmi bir kurumsallık görüntüsüne sahip olsa da (mesela 1815 sonrasının “Concert of Europe” düzeni), genellikle belirsiz ve kurumsallıktan uzak bir durumda bulunur. Çünkü güç dengesi, ülkelerin iç dinamikleri ve ittifak ilişkilerindeki hareketlilikler nedeniyle sürekli olarak değişir. Şayet anarşinin ötesinde kurumsal bir düzen varsa da güç dağılımı karşısında ikincil konumdadır.

Bu düzen içerisinde devletler varlıklarını devam ettirmek için, güç dengesini gözetmek ve sistemin derin yapısı konumundaki anarşiyi korumak zorundadır. Anarşi arka planda değişmeden kalmakla birlikte, sistem üç jenerik yapıya sahip olabilir: Gücün sistem içinde tek bir devlet veya devletler bloğunda toplandığı tek kutuplu düzen, gücün iki devlette ya da devletler bloğunda yoğunlaştığı çift kutuplu düzen, gücün ikiden fazla devlet ya da devlet bloğuna bölündüğü çok kutuplu düzen. Tek kutuplu düzen ile emperyal düzen arasındaki fark, tek kutuplu düzende anarşinin norm olarak kabul edilmesi ve pratikte küresel dünyada tek bir devletin tüm sistemi kontrol etmesinin imkansızlığıdır.

Günümüzde bir devlet, mesela ABD, kendi bölgesinde emperyal bir düzene ulaşacak ölçüde bir hakimiyet kurabilir, ancak bunu tüm dünyaya yayması mümkün değildir. Diğer bölgelerde öncelikle bölgesel bir hegemonun çıkmasını engellemeye çalışır, uzaktan dengeleme stratejisi (off-shore balancing) izler. Şayet bunda başarısız olursa, yeni ortaya çıkan hegemonik devletin küresel hakimiyet kurmasını engellemeye çalışır. Günümüzde ABD-Çin ilişkilerinin dinamiğini bu iki durumun bir bileşimi oluşturur.

Güç dağılımını kendisine esas alan bu düzen anlayışında en temel mesele, ittifakların dinamiğidir. Çünkü ittifaklar belli bir düzenin kurulmasında ve devam ettirilmesindeki ana unsurdur. Buradaki mesele şu iki soru etrafında şekillenir: İttifaklar savunma amaçlı mı, yoksa saldırı amaçlı mıdır? Bir devlet kendisini güvende hissetmek için ne kadar güce gereksinim duyar? İttifakların savunma amaçlı olduğunu söyleyenler devletlerin “kaybetmeme” motivasyonuyla hareket ettiğini, uluslararası anarşiyi bozmaya çalışan bir devlete karşı bir araya gelerek dengeleme siyaseti güttüğünü dile getirir. Sistemdeki güç dengesinin sağlanması, yani gücün sistemde eşit dağılması, bir devletin kendini güvende hissetmesi için yeterlidir. Ancak elimizdeki veriler bu durumun her zaman geçerli olmadığını göstermektedir. Örneğin 1990’lardan sonra devletler ABD’yi dengelemek yerine, onun peşine takılmayı (bandwagoning) tercih ettiler. Daha da ötesi, günümüzde Avrupa devletleri ABD’nin tek kutupluluğu terk etmesini ve sorumluluk almamasını sorun etmekteler.

Bu noktadaki başka bir ayrışma da, ittifakların neyi baz alarak ya da neye karşı yapıldığı sorusunda ortaya çıkar. Bazıları devletlerin dengeleme siyaseti takip ederken materyal güç dağılımına baktığını, diğerleriyse devletlerin dengelenecek gücün güç kapasitesinden ziyade ne ölçüde kendisine tehdit oluşturduğunu esas aldığını dile getirir. İlkine göre devletler gücü, ikincisine göre tehdidi dengeler. İkinci görüşe göre bir devletin çok güçlü olması, ona karşı diğer devletlerin dengeleme yapması için yeterli değildir. Gücün yanı sıra, bu devletin revizyonist bir motivasyonla hareket ediyor olması, güç kapasitesinin saldırı odaklı olması ve coğrafi yakınlığa sahip olması gereklidir. Avrupa devletlerinin çok daha güçlü ve sistemin hegemonik gücü olan ABD’yi değil de son dönemde revizyonist bir dış politika sergileyen ve kendilerine coğrafi olarak yakın olan görece zayıf Rusya’yı tehdit olarak görmeleri bu durumu açıklar.

İttifakları saldırı amaçlı görenler ise devletlerin kaybetme değil, daha çok “kazanma” motivasyonuyla ve riski göze alarak hareket ettiğini öne sürer. Bir devletin kendini güvende hissedebilmesi için ihtiyaç duyduğu gücün bir sınırı yoktur. Diğer devletlerle denk güce sahip olmak, bir devletin kendini güvende hissetmesi için yeterli değildir. Buna göre devletler, sistemde bir güç boşluğu oluştuğunda ya da uygun momenti yakaladığında revizyonist ittifaklar kurarak güç dengesini kendi lehlerine değiştirmek isterler. Revizyonizmin sınırları örnekten örneğe değişmekle birlikte, küresel emperyal düzen kurmaya kadar ulaşabilir. Geçmişte Napolyon Fransası ve Nazi Almanyası buna örnek olarak gösterilebilir. Günümüzde ise Çin’in statükocu bir güç olmaktan peyderpey revizyonizme kaydığına yönelik göstergeler mevcuttur. Aynı şekilde, Trump liderliğinde ABD’nin de, geri çekilme iddialarının aksine, revizyonist ve saldırgan bir dış politika takip ettiğini ileri sürmek mümkündür.

Sonuç olarak, kurumsal ve güç siyaseti odaklı düzen anlayışları, mevcut uluslararası düzende alternatif değişim öngörüleri sunarlar. Tek kutupluluğun sona ermesi ve liberal uluslararası düzenin düşüşü, bunlar arasında en fazla ön plana çıkanlar. Ancak bu düzen ve değişim iddialarının hangisinin uluslararası siyasete dair doğru resmi sunduğu hiçbir zaman tam olarak bilinemez. Bu sebeple, dış politika yapıcılarının, tüm bu düzen ve değişim iddialarını hesaba katarak strateji belirlemesi gerekir. Bu iddialardan bazıları yaşanan gerçekle daha uyumlu hale gelirken, diğerleriyse geçerliliğini kaybedebilir. Bu durum, strateji geliştirmenin dinamik ve karmaşık bir süreç olduğunu da ortaya koyar. Ancak unutulmamalıdır ki en iyi strateji en basit ve en net şekilde formüle edilen stratejidir. Stratejiyi bir sanat yapan da bu özelliğidir.

[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi olan Dr. Ali Aslan aynı zamanda SETA Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır]

Apr 13, 2020
blog comments powered by Disqus
Loading posts...