Yazilar

<< Terug naar home | Analiz Haber

Posted by Gazeteci
May 13, 2015

Nur talebelerinden Kur’an âşıklarına mektup

NUR TALEBELERİNDEN YİRMİNCİ VE YİRMBİRİNCİ ASIR KUR’AN ÂŞIKLARINA MEKTUP

Yaklaşık 7000 sayfayı bulan ve belgeleri konuşturan 6 ciltlik eseri bitirmek üzere olan kardeşinize, yakın dostlarım bir Son Söz kaleme al dediler. Kısacık aklımla kendime göre bazı şeyleri tasavvur ettim ve kalem oynatacaktım ki, elime Bedîüzzaman’ın vefatından sonra, Risâle-i Nur hakkında yapılan doğru-yanlış konuşmalara ve bazan da iftiralar üzerine, Risâle-i Nur’un rükünlerinin kaleme aldığı Yirminci Asır Kur’an Âşıklarına Mektup isimli lahika geçti. O kadar muhtevâlı buldum ki, Son Söz yerine bu lahikayı koymayı daha münasip görüyorum. Kitapta neşretmeden, hele hele sapla samanın birbirine karıştığı şu günlerde, bu önemli mesajları, bütün Müslüman kardeşlerimle paylaşmak istedim.

Bu lahika mektubunda Nur Talebelerinin Bedîüzzaman’a ve Risâle-i Nur Külliyâtına bakışı özetlenmekte; diğer İslam âlimleri ve İslâmî eserler hakkında Nur Talebelerinin olması gereken yaklaşımları anlatılmakta; dünyevî, siyasî ve sosyal hayatın bütün safha ve şartlarında Nur Talebelerinin müsbet hareket tarzı hülâsa edilmekte ve nihâyet Bedîüzzaman ve Nur Külliyâtının sadece Anadolu insanları için değil, bütün Âlem-i İslâm için ve hatta bütün beşeriyet için Kur’an’ın dersi olduğu izah edilmektedir.

Bu lahika mektubunu kimin kaleme aldığı bizce henüz malum değildir. Ağabeylere soracağız. Ancak sonunda, elimizdeki nüshalardan birinde sad harfi ve diğerinde ise sin harfi bulunmaktadır.

YİRMİNCİ (VE YİRMBİRİNCİ) ASIR KUR’AN ÂŞIKLARINA MEKTUP

Aziz, Sıddık ve Muhterem Kardeşlerimiz!

Bu defa memleket aktârında her beldedeki en güzîde simaları görmekle bir Said yerinde binler Said’in hizmet-i Kur’aniyede saf tuttuklarını müşâhede ederek nihayetsiz mesrûriyet içinde Rabb-i Rahîme şükrettik. Bilâd-ı İslâmiyenin her köşe ve bucağında ulvî kalbleriyle, müstakim akıllarıyla, nâtık lisanlarıyla, parlak kalemleriyle, temiz niyet ve vicdanlarıyla, yüksek metânet ve fedakârlıklarıyla dinin hâdimi olan aziz kardeşlerimizi en derin kalblerimizde hürmetle yad ediyor ve vazife-i kudsiyelerinde muvaffakıyet temenni ediyoruz. İnşallah a’zamî gayret, sebat ve fedakârlıklarıyla Nur-u İlâhînin taa be kıyamet devamına vâsıta ve ihtişamına dellâl olurlar.

Evet, Aziz Kardeşlerimiz! Mu’azzez Üstadımızın Dâr-ı bekaya teşriflerinden sonra muazzam bir cemâ’at-i nuraniye olarak kendini gösteren Risâle-i Nur Talebelerinin karşısında, kökü ecnebide vatan ve millet aleyhindeki bazı cereyanların tahribâtına mukabil, Risâle-i Nurdan ders alarak kardeşlerimiz, her biri a’zamî bir şevk bir gayert içinde çalışarak envâr-ı imaniyeyi her tarafa neşrettiler. Bilhassa Risâle-i Nurun bir vazifesi olan Hatt-ı Kur’aniyeyi muhafazaya çalıştılar. Evet hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi ilmî ve mantıkî şekilde tam ders alıp vermek ve sonra da ders alan talebelerin her biri bir muhitte hizmet etmek suretiyle yeni yeni isti’dâdların inkişafına koştular. Bilâd-ı islâmiyenin her bir köşesine dağılarak şems-i Nübüvvetin tecellisine yardım ettiler. Madem elimizdeki Risâle-i Nur gayet kuvvetli ilmî ve mantıkîdir; tek başıyla kırk seneden beri dünyaya meydan okuyor; Kur’anın i’câzını âleme neşretmiş; hiçbir ceryana hiçbir hâdiseye tâbi olmayarak bilakis bütün cereyan ve hâdiselerin fevkınde kâinat üstünde ezel ve bedin mu’azzam meselesi ve bir hâdise-i Muhammediye ve hakikat-ı Kur’aniye olarak görülmüş; bütün başlar ve akıllar üstünde Nur-u İlâhiyeyi tebliğ etmiş; ve bugün âfâk-ı İslâmiyeyi nuruyla ihâta etmiş; böylece cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeden şümullü ve umumî Kur’anî bir hakikat mahiyetini almıştır; şimdi bize düşen en mühim vazife, bu haşmetli Nur’a karşı âyineliktir.  Bulunduğumuz her yerde her zamanda her makam ve vazifede kulluk vazifemizi ifa etmek, bu zamana kadar üzerimizde tecelli ve te’âlî eden ni’metlere karşı talebelik borcumuzu yerine getirmektir. Bizim imdadımıza gelen  bu nur-ı iman hakikatlarını muhtaç kardeşlerimizin vatandaşlarımızın ellerine ulaştırmaktır.

O aziz ve azim Üstad ki, vefatından bir ay önce İstanbul ve Ankara’daki son dersinde hülâsatan verdikleri dersde hizmet-i hakikiyemizi göstermekle beraber, Risâle-i Nurun geçmiş ve gelecek devrelerine işaret buyurmuşlardır:

Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’olduğum gibi- men’ edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil.[1]

Aynı zamanda şöylece ilave ediyor, teşcî’ ve teşvik ediyor:

Onun için Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’an-ı Hakîm’in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve onaltı sene evvel altıyüzbin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş. Demek Risale-i Nur; beşeri anarşistlikten kurtarmağa bir derece vesile olduğu gibi, İslâm’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirmeye, bu Kur’anın kanun-u esasîlerini neşretmeğe vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar. [2]

Vefatından sonra çeşitli hâdislerin tazyikiyle ve câzibedâr meşgalelerin te’siriyle fütura düşmek ihtimaline biâen bizleri ikaz ediyor:

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’andan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet, hodfüruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlas-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o a’zamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ü şerefini en küçük bir mes’ele-i imaniyeye feda eden çoktur.

Madem mesleğimiz a’zamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek a’zamî ihlasın iktizasıdır. [3]

Evet Aziz ve Mübârek Kardşlerimiz!

Nurlardan aldığımız hakikat-ı imaniye dersiyle ve himet-i imaniyede bulunmaktan gelen küllî alâkadarlık ve münâsebet ile herkesin ev, bahçe ve dükkân gibi cüz’î dairesine bedel İslâmiyet, Âle-i İslâm ve kâinat kadar geniş ma’nevî hayatı ve vucudî daireleri var. Herkes ihlâsına, hizmetteki himmet ve niyetine göre, âyine-i ruhuna in’ikad eden bu geniş ve ebedî âleme sahip oluyor. Bu hakikatı İhlâs Risâlelerine ve Hutbe-i Şâmiye’deki hizmet-i islâmiyeye dâir altı mes’eleye havale ediyoruz.

Bilhassa İkinci Kelime’de izah edilen imandan gelen kuvve-i ma’neviyenin dersi ve Beşinci kelimedeki meşveret-i şer’iye dersleri, herbirimiz için ne kadar elzem hakikatlar olduğu malumdur. Şu tek cümle dahi bu hakikatı ifadeye kâfidir:

Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.[4]

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve Ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes nefsî nefsî demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfa’at-i şahsiyesini düşünmekle bin adam bir adam hükmüne sukut eder. Müslümanların hayat-ı ictimâiye-i islâmiyedeki saadetlerinin anahtarı olan meşveret-i şer’iyeye dair Altıncı Kelime ise, bir düstur-u hakikattır.

Hem herbirimiz bulunduğumuz köy, kasaba ve şehirde bu Altıncı Meselenin ihtarıyla aramızda bir şûrây-ı ma’nevî ile hareket etmekle İhlâs Risâlesinde beyân edilen;

Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. [5]

manasını elde etmeye çalışmalıyız.

Bu defa Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle ve muhterem kardeşlerimizi dualarıyla yaptığımız umumî ziyaretlerde yakinen gördük ve anladık ki, Cenab-ı Hak nihayetsiz rahmet ve keremiyle İslâm diyârını Nurunun ayrı ayrı tecellilerine mazhar has kullarıyla, Kur’an hâdimleriyle, islâmiyet fedakârlarıyla donatmış. Her yerde, her mekânda, her beldede Nurun âşıkları, imanın fedâkâr bülbülleri var. Cenab-ı Hak ebediyyen pâyidâr eylesin, muhâfaza ve devam ettirsin. Âmîn.

Evet Aziz Kardeşlerimiz! Bir hakikat-ı Kur’aniye ve mu’cize-i Furkaniye olan Risâle-i Nur enzâr-ı âleme dersini vermekte devam ediyor. Bir zaman ehemmiyetli bir vakitte, şimdi ne yapacağız diye Nurlardan tefâülde şu fıkralara karşımız çıktı:

Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlub olmaz. Yirmi senedir en muannid feylesofları susturuyor. İman hakikatlarını güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.

Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden düşürmek; Risale-i Nur’a zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünki benim bir fâni dilime bedel Risale-i Nur’un yüzbin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlar ile o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi şimdiye kadar olduğu gibi, inşâallah kıyamete kadar devam ettirecekler. [6]

Demek değişen her hâdisede ve tahavvülde bizim vazifemiz, yalnız ve yalnız hizmet-i Kur’aniye ve imaniyedir. Onsekizinci Söz’ün ikinci noktasında izah edilen bir âyetin hakikatı bize yol gözteren bir projektör gibidir:

Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur. Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. [7]

Madem Risâle-i Nur  وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ hakikatına mazhardır ve bilffil en dehşetli zamandaki hârika hizmet-i Kur’aniye ile bu hakikat âşikâr olmuştur. Elbette bundan sonra dahi vazifesini yapacak, münasip isti’dâdların imdadına koşacak, çeşitli hizmetleriyle bu isti’dâdların inkişafına medâr olacaktır. Cenab-ı Hak bizleri o isti’dâdların neşvü nemâsında hâdim kılmakla vazife-işükriyemizi bir kat daha arttırmış bulunuyor.

Sâniyen: Bazı yerlerde gördük ki, bazı ehl-i idarenin Risâle-i Nurun ve talebelerinin hakikatını müsbet hizmet ve gayretlerini anlayıp takdir etmelerine mukabil bazı yerlerde de tedkik ve tahkik edilmemesi sebebiyle yanlış kanaatler hâsıl olmuş. Hem öyle kanaatler ki, Risâle-i Nurun ders verdiği hakikatı zıddıyla ittiham etmek gibi Merhûm Üstadımızın bütün hayatında takip ettiği fikrin aksinde bulunmak gibi gülünç ve acı isnad ve iftiralar… Bunlara karşı yegâne vazifemiz, ma’lumunuz olduğu gibi, müsbet iman hizmeti içinde tahkikatla izah ve isbattır.

Evet Risâle-i Nur mevzuu, hâşâ İslâmiyetten ayrı bir mana değil. Belki hakikat-ı İslâmiyenin ve hizmet-i Kur’aniyenin bu asırda bir tezahürüdür. Nur talebeleri de bin üçyüz yıl devam eden İslâm dinine ve zamn-ı Âdem’den kıyamete kadar bâkî olan Din-i Hakka hizmetkâr olarak müftehirdirler. Nasıl ki, İmâm-ı A’zam’ın, İmam-ı Gazzâlî’nin ve sâirenin talebeelri var. O yüksek zatlar, İslâmiyeti, bulundukları asra, belki istikbal nesillerine de ders vermişler, izâhâtta bulunmuşlar. Onların zuhuru ve dersleri İslâmiyet içinde ayrı gruplaşmak mıdır? Hâşâ. Belki, mukaddes dini kuvvetlendirmek, zaten çok mukaddes, öok âlî olan dinin hakikatlarını izah etmek ve zamanlarının idrakine belki istikbale de ders vermektir. İsta Risâle-i Nur ve müellif merhum Said Nursî Hazretleri de bu zamanda bütün ömrünü sarf ederek meydana getirdiği eserleriyle, hizmetleriyle, gayret ve faaliyetiyle Din-i islâmın hakikatını ders vermiş; ilan ve isbat etmiş; o âlî, dinî, kudsî hakikatları bulunduğu asrın fehmine, idrakine ve anlayış kabiliyetine göre izah etmiştir.

Yahu! Şu 130 küsur eserlerin mevzuu nedir? Neyi beyân ve isbat ediyorlar? Tedkik edildi mi? İşte bak, hep iman-ı billahdan, vahdâniyet-i İlâhiyyenin isbatından, Risâlet-i Muhammediyenin hakkaniyetinden, haşir ve kıyametin tahakkukundan, şu kâinat ve insanın ve zamanın mahiyetinden, Kur’an âyetlerinin manalarından, tecelliyât-ı İlâhiyyeden bahis değiller mi? Şu muaraza etmek isteyen bir kısım sathî nazarlı insanlar neden okumuyorlar? Okumadan hüküm yürütüyorlar. İhtisâs sahibi olmadan din hakkında müctehid gibi meseleler ileri sürüyorlar.

Evet Nur talebeleri gayet muvâziyâne hareketle memleket ve milletin saadetini kendi saadeti gibi tellakki edip ve esasen rızây-ı İlâhîyi esas maksad ve gaye kabul ettikleri için, dünyevî en büyük makam ve menfaatlerdeki neferâtta küçük ve ehemmiyetsiz olan yüksek himmet sahibi ulvî fedakârlık timsâli mü’min kardeşlerdir. Bu zamanda dünyanın bu acib devresinde asla onlardan tevehhüm etmek değil, bilakis idârece, hükümetçe, devletçe teşvik ve mu’âvenet ile Risâle-i Nurun neşrinde, Nur derslerinin tedrisinde, hizmetin inkişâfında yardım etmek lazım geliyor. Yoksa en zecrî tedbirler ve en acı muâmeleler ve daimî tarassud, takibât gibi hazin mu’âmelelerin onları gücendirmek neticesinde şer kuvvetlerin ve menfi cereyânların ümit edilmedik darbeleri ve acıklı hareketleri yol bulup gelebilir.

Biz bütün varlığımızla inanıyoruz ve isbat etmek de istiyoruz ki, dünyanın direği Kur’an ve İslâmiyettir. Merhum Üstadımızın Mahkemede ifade ettikleri gibi;

Kur’an-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer el’iyazü billah, Kur’an küre-i arzın başından çıksa, arz divane olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebeb olması akıldan uzak değildir. Evet Kur’an arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır. Cazibe-i umumiyeden ziyade, zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu asırda bu vatanda bu millete, yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlahiye ve sönmez bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.[8]

Hazret-i Üstadın son dersinde ihtar ettiği mühim hakikatlerden biriş de şudur ki, bu zamanda dinsiz ehl-i dalâlet ve onların körü körüne iftirâ ve isnadlarına kapılan bazı biçareler, Hazret-i Üstadın Risâle-i Nur ile yaptığı ve kâinatı çınlatan ve dünyayı ışıklandıracak kabiliyette olan hizmet-i Kur’aniye ve imaniyesini perdelemek için bir siyaset ve dünyevî bir maksad manasını vermek istiyorlar. Halbu ki, bütün hâdiseler, bu isnadı esası ile red ve tekzib ediyor. Bu hususu ehemmiyetle tebârüz ettirmek isteriz. Taa anlaşılsın ki, Risâle-i Nur aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Kur’an aleyhinde, İslâmiyet ve iman aleyhinde bulunmaktır. Ve Nur talebelerinin meşgalelerine ve hizmetlerine mâni’ olmak, Kur’anın nurlarına ve iman hakikatlarına sed çekmek hükmündedir ki, neticesi hüsrân-ı ebedîdir. Titremek lâzım.

Komunizmin dünyayı tehdit ve Kur’an aleyhindeki menfi cereyânların hareket ettikleri bir devirde, hiçbir menfaat gözetmeden sırf Hakk rızası için ve vatandaşlarına hizmet etmek gayesiyle en kudsî ve ulvî bir vazife-i inasniyeyi yapmak azmini gösteren Müslümanlara mürteci, gerici ve sâire gibi ithamlarla hücum edip mâni olmak isteyen düşünsün ki, netice itibariyle ne kadar hazîn bir derekeye yuvarlanıyor. Allah’ın nuru sözmez ve söndürülmez.

Biz bir şahsın fikriyatının nâşiri değiliz ve bir kimsenin meddâhı da değiliz. Elahmdülillahi Rabbil-Âlemîn inâyet-i ilâhiyye ve rahmet-i sübhâniyye ile biz âcizler, ezelî, ebedî Hak Dinin nuruyla necât bulan, saâdetini onun dersinde gören ve enbiyâ ve evliyâların ve kahraman şehidlerin hayatlarını uğruna vakf ettikleri bir hakikatın arkasında ve etrâfında bulunuyoruz. Bizim reisimiz Fahr-i Âlem (s.a.m); Ferman-ı zî şanımız ve rehberimiz Kur’an-ı Hakîmdir; Sünnet-i Peygamberiyedir. Bizim cemâaatimiz ise 1300 seneden beri her asırda 350 milyon mensubu bulunan Âlem-i islâmdır.

Risâle-i Nur ise, Kur’an-ı Mübînin hakikatlarını aksettiren bir eser külliyatıdır; Yirminci Asırda Kur’anın dellâlıdır, ilancısıdır; Kur’an güneşinin lem’aları ve şu’alarıdır.

Bedîüzzaman Said Nursî de Üstadımız, vesile-i saadetimiz, muallim-i ekberimizdir. Bize Nur-u Kur’anı, Nur-u Resûlüllahı ders veren ve hayatını islâmiyetin te’âlîsine vakfeden bir iman hâdimi ve fedakârıdır.

Biz bütün Müslümanlara, bütün dinî kitaplara nihayetsiz bir muhabbetle bağlıyız ve hepsini Kur’anın hakikatları, manaları ve dersleri olarak biliyoruz ve seviyoruz.

Ve Risâle-i Nuru da zamanımızn ihtiyacına muvafık ve anlayışına hitab eden ve Din-i islamı asrın telakkisine göre isbat ve izah eden bir hakikatlı rehber ve bu zamanın bir mürşidi olarak görüyor ve anlıyoruz.

İşte o mu’azzez Üstad ki, hizmet-i imaniyeyi bir başka şeye âlet ithamının zerresi dahi hayatında, efkârında vârid olmamıştır.

İşte yüzbinler delil ve misallerinden şu misâle bakalım:

Birinci Harb-i Umumîde, harp cephesinde, top ve gülleler içinde İşârât’ül-İ’cazı talebesi Molla Habib’e söyleyerek telif etmiş; o müthiş hâdisede hayat-memât meselesi anında Kur’an’ın bir harfinin bir tek nüktesini beyân etmekliği herşeye tercih etmiş. Dinen küçük bir meseleyi, dünyanın en büyük ve azîm hâdisesine tercih ediyor. Böyle bir zat nasıl olur bu muazzam dini dünyaya, siyasete âlet eder? Aslâ ve kat’â…

Ey Müfterîler! Ey din-i Hakkın inkişafına mâni olmak, iman ve Kur’an hakikatlarının neşrine asılsız isnatlarla sed çekmek isteye zavallılar!

Zaman gösterdi ve isbat etti ki, sizin isnad ve ithamınız gayet âdi bahanelerdir. Sizler o bahanalerle Kur’an nurlarına perde çekmek, insanlığın hidayet ve saadetine mâni olmak istiyorsunuz. İşte bu hareketinizle “Hasira’d-Dünyâ vel-Âhirah” ailesine müstahak oldunuz. Çabuk çabuk nedâmet ve istiğfarla Kur’an nurlarına müteveccih olunuz. Doru yolu bulunuz. Acaba hiç düşünmediniz mi ki, başta Merhûm Said Nursî olarak talebeleri acz ve fakr ve yokluk içinde ferâğat-ı nefsi ve fedakârlık ve a’zamî sebat ve metanetle gayretleri ve faaliyetleri ne için idi? Şahsî davaları, hususî menfaatleri, dünyevî makam ve servetler için mi? Hâşâ… Yüzbin defa aslâ…

Hayır Efendiler! Ortada bu eser, bu hizmet, faaliyet, Kur’an-ı hakîmin tereşşuhâtıdır; Nur-u Nübüvvetin tecellileridir ve İslâmiyetin mukaddes tezâhürâtıdır. Bizler, acz, fakr, ksusrumuzla beraber o ilâhî ve manevî güneşe şükran borcumuzu ifaya çalışıyoruz.

Hülasa: Hazret-i Üstad zikrettiği meselelerin kuvvetine işaret ederek Mesnevî-i Nuriye’de diyor:

Çünki benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamıyarak inkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da اَيْنَ الْمَفَرُّ (Nereye firar edeyim?) diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâgi, daha şakî değiller.[9]

Binâenalyh Risâle-i Nur hak ve hakikata dayanan, delil ve hüccete istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren yüksek bir eserdir. Bütün efkâr-ı âleme ilan edilebilir; her akıl ve fikir sahibini ikna edebilir kıymettedir.

Hal böyle iken bazı tedkiksiz, vukufsuz insanlar, Nur okuyucularının bu kadar muhkem esaslara, hak ve hakikata müstenid alâkalarını ehemmiyetsiz, indî ve vehmî şeylere haml etmekle çürütmek istiyorlar. Heyhât! Ne hazîn bir cür’at ve ne elîm bir davranıştır.

Biz Hazret-i Üstadın kerâmet-i kevniyesinin değil, Kur’an-ı hakîmden aldığı hakikat dersi itibarıyla bütün cihan-ı âleme meydan okuyacak kerâmet-i ilmiyesinin hayranıyız. Bir kardeşimizin mahkemede dediği gibi, tahsil hayatı üç aydan başka asla mevcud olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikaları ile en müntehâ mesâil-i âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibrâz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedâr bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir belâğat izhâr eden ve gayet feyyâz bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir deryay-ı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bedîüzzaman gösterebilir misiniz? Fânî zevâhirin âlâyişine ednâ bir meyil, bir iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen, kimseden bir şey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arz edilenleri kabul etmeyen; iffet ve istikametinin en âlî örneklerini yaşatarak sâbırâne, mütehammilâne her nevi mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikata ve envâr-ı Kur’aniye ve ma’ârif-i Ahmediyenin ızhârına vakfeden; memleket ve milletin ıztırâbâtı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen; ihtiyarlığına ve bî-kesliğine bakmayarak insanları gayyây-ı cehl girdâbâtı inkârdan kurtarmaya hasbî ve ilâhî bir cehd ile çalışan ve savaşan bir fazilet ve nur âbidesini Üstad addetmekliğimiz çok mu görüyorsunuz?

Kendisinin bu arz edilen kerâmet-i ilmiyesiyle beraber sırf ahlak ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz ferâğat ve istiğnâ ve şaheseri ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir ünmûzec-i kemal ve timsâl-i fazilet olan tanıtmaya ve iktidâ eylemeğe şâyândır. İşte biz Bedîüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz.

Bir zamanlar Merhûm Sevgili Üstadımız Emniyet Umum Müdürlüğüne gönderdiği bir istid’âsında ifade etmişlerdi ki:

Size kat’iyyen haber veriyorum ki ve kat’î delil ve hüccetlerle isbat ederim ki, pek yakın bir zamanda bu memleket ve bu memlektin hükümeti, Risâle-i Nur gibi eserlere şiddetle muhtaç olacak; haysiyetini ve şerfini ve hâkimiyetini ve tarihî mefharâtını onun ibrâzı ile gösterecektir.

Binler selam ve selâmetler…

Not: Bu mektubun yazılmasından bir müddet sonra açıkça göründü ki, senelerden beri Risâle-i Nura ve talebelerine ilişmek, hizmet-i imaniyeye Nurun muhterem müellifinin mâni olmak, pek büyük bir hata; bu millet ve memleketin can damarı hükmünde oan kudsî râbıtalarını korparmak manasını taşıyordu. Ve Risâle-i Nurun muhterem müellifinin yarım asırdan beri azîm tehlikesini haber verdiği anarşilik zehirinin doğru olduğu bütün milletçe görüldü, ilan edildi. Demek Risâle-i Nur Külliyâtı, Kur’an-ı Mu’ciz’ül-Beyânın bir mu’cize-i maneviyesi ve Kur’anın elinde bir elmas kılıç veya manevî atom bombası idi ki, Türk Tarihinin son anında korkunç ve elîm dehşetli bir tehlikeden bu memleketi Allah’ın izni, Kur’anın nuruyla muhafazaya çalıştı. Ve Nur talebeleri, Allah’ın rızası yolunda mukaddes vazifelerinden geri durmadılar.

Öyle ise Ey Türk Kardeş! Senin öz bağrından fışkıran ve Türk lisanıyla intişâr eden ve Mu’cize-i Kur’anın nurları ve senin medâr-ı fahrın olan bu hakikatlara bütün varlığınla sarılarak kahraman ecdâdın olan aziz şehid ve velîlerin ulvî hâtıralarını devam ettir ve insanlığın son devresinde Kur’an’ın sadâsını kâinata neşret!

“Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!”[10]

Âciz Kardeşiniz S.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

[1]     Emirdağ Lahikası, c. II, sh. 245.

[2]     Emirdağ Lahikası, c. II, sh. 244.

[3]     Emirdağ Lahikası, c. II, sh. 245-246.

[4]     Hutbe-i Şamiye, sh. 59.

[5]     Lem’alar, sh. 161.

[6]     Şu’alar, sh. 377.

[7]     Sözler, sh. 231 – 232.

[8]     Şualar, sh. 376.

[9]     Mesnevi-i Nuriye, sh. 75.

[10]   Tarihçe-i Hayat, sh. 133.

May 13, 2015
blog comments powered by Disqus
Loading posts...