Posted by Gazeteci
Jan 07, 2016
Suudi Arabistan – İran gerilimi bir mezhep savaşına dönüşür mü? | Editör
Suudi Arabistanlı Şii alim ve toplum önderi Nimr Bakır en-Nimr’in 3 Şii hükümlüyle birlikte idamı İran’la Suudi Arabistan arasındaki zaten gergin olan ilişkileri iyice kötü hale getirdi. Suud rejimi aralarında Faris ez-Zahrani gibi el-Kaide’nin önemli ideolog hocalarının bulunduğu 43 hükümlüyle birlikte bu idamları gerçekleştirdi. Selefi ideolojiye mensup el-Kaideciler ile Şiilerin aynı günde infaz edilmeleri, verilen bu cezaların mezhepsel bir yönünün bulunmadığını, sırf ülke güvenliği ile alakalı alınmış kararlar olduğunu göstermeye yönelikti. El-Kaide eylemlerinde olduğu gibi büyük can kayıplarının verildiği terör hadiselerine karışmamış olsalar bile, Şeyh Nimr ve arkadaşları, yaklaşık yüzde 40’ını Şii nüfusun oluşturduğu Doğu Eyaleti’nde nihayetinde “devlet karşıtı fitne hareketlerine” öncülük ettikleri ve halkın güvenliğini tehlikeye soktukları suçlamasıyla yargılanıp hüküm giymişlerdi.
İdamlar üzerinden soğuk savaş
Bu vesileyle, İran’ın daha önce gerçekleştirdiği bazı infazlar basında tekrar gündeme geldi. Bunlardan en çok yankı bulanı, tüm yerli ve uluslararası girişimlere rağmen idamları durdurulamayan Behram Ahmedi’nin başına gelenlerdi. 17 yaşında tutuklanıp 20 yaşında iken 27 Kasım 2012’de infazı gerçekleşen Ahmedi ve diğer beş arkadaşı İran’ın Kürdistan eyaletindendi ve “Selefi terör hücreleriyle işbirliği içinde devlete isyan etmek ve bu yolla Allah ve Resulü’ne karşı gelmek” suçlamasıyla yargılanmışlardı. Behram’ın kendisi ve ailesi bu iddiaları reddettiler. Behram Ehl-i Sünnet’in Şafii mezhebinden dindar bir Kürt genciydi. Cezaevinden sızdırmayı başardığı mektuplarında, işlediği tek suçun, “Hz. Peygamber’in hanımı Aişe’ye, Ebubekir ve Ömer gibi büyük sahabilere sürekli hakaret eden Şia’nın dini otoritelerine cevap vermek ve onların iddialarını yüksek sesle reddetmek” olduğunu söylemişti. Behram’ın ağabeyi Şehram’ın da idamı geçtiğimiz Ekim ayında onaylandı. Şehram Ahmedi’nin aralarında olduğu 27 Sünni hükümlü, şimdi İran’ın Guantanamo’su olarak ünlenen Tahran’ın kuzeyindeki Kerec kentinin Recai Şehr hapishanesinde infazlarını bekliyor. Nimr’in idamına misilleme olarak İran’ın bu hükümlüleri infaz edip etmeyeceği şimdilik bilinmiyor.
Tüm bunlardan anladığımız, ister ideolojik ve siyasi isterse hakikaten iç güvenlik sebepleriyle olsun, İran ve Suudi Arabistan’da verilen adli kararların mezhepsel ve diplomatik bir içeriğe kendiliğinden bürünerek uluslararası bir sorun haline dönüşebilme potansiyelinde olması. Anayasal olarak Şii bir devlet olan İran’daki yüzde 5 ila 10 civarında olduğu söylenen Sünni azınlık ile, Selefi-Vehhabi ideolojiye dayanan bir rejime sahip Suudi Arabistan’daki aynı oranda Şii azınlık, kuşkusuz söz konusu gerginliğin asıl sebebi. Suudilerin İran’daki Sünnileri sahiplenerek onlar ile yoğun bir ilişki içinde olduğuna dair geçerli bir kanıt ya da en azından açık bir görüntü mevcut değil. El-Kaide-Taliban bağlantılı grupların İran Sünnileriyle küçük çaplarda irtibatları bulunuyor. Bunların arkasında ABD ve Suud eli olduğunu düşünen İran, bu gruplara göz açtırmıyor ve faaliyetlerine şiddetle mukabele ediyor.
Diğer taraftan İran’ın Körfez ülkelerinde yaşayan Şiiler üzerindeki güçlü tesiri ve bunlarla direkt irtibatı, uluslararası camiada çok iyi bilinmekte. Humeyni rejiminin 1979 sonrası devrimi ihraç politikasının en yakın hedeflerinden birisi, nüfusunun çoğunluğu Şii olan Bahreyn ile etrafındaki diğer Körfez ülkeleriydi. Suudi Arabistan ve Katar’da yaklaşık yüzde 10-15, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise yüzde 15-20 kadar Şii Müslüman yaşamakta. Arap devrimleri sürecinde Bahreyn’deki Sünni monarşinin şiddetin de sergilendiği sokak eylemleriyle zor duruma düşmesi dolayısıyla Suudi Arabistan, 2011 Mart’ında tank ve askerleriyle müdahalede bulunarak müttefiki olan bu ülkedeki muhtemel bir Şii devriminin önüne geçmişti. Suudiler, İran’ın Bahreyn’den başlamak üzere Körfez’i istikrarsızlaştırarak burada uydu bir Şii devlet kurma amacında olduğuna inanıyor. İran tarafından ise bu müdahale Bahreyn’in işgali olarak uluslararası kamuoyuna yansıtılıyor.
Hem örtülü hem açık bir mezhep savaşı zaten yaşanıyor
2003 yılında Amerikan işgaliyle siyasi çehresi değişen Irak’taki gelişmelere paralel olarak 2004’de Ürdün kralı Abdullah’ın ortaya attığı Arap dünyasını kuzeyden kuşatan “Şii Hilali”, Lübnan’dan başlayarak Suriye ve Irak’tan geçiyor, Körfez’de sonlanıyor. Medeniyetler İttifakı toplantısı için 2006 Kasım’ında İstanbul’a gelen İran eski cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ise verdiği bir röportajda “Şii Hilali”nin gerçek dışı bir kavram olduğunu ve Ortadoğu’da kargaşa doğurmak için üretildiğini söyleyecektir. Tüm bu söylemler bir tarafa Şii Hilali sosyal-demografik bir gerçeklik olarak o coğrafyada mevcut ve bazı tarihi dönemlerde etkisini kaybediyor, bazı dönemlerde tekrar etkin hale geliyor. İçinde bulunduğumuz zamanda ise yeniden etkinleşti. Irak’ın Saddam sonrasında Şii bir yönetimin eline geçmesi, Hizbullah’ın İsrail karşısındaki 2006 zaferiyle Lübnan ve çevresinde giderek Sünnileri de kapsayan bir itibar elde etmesi, 2011’den itibaren Suriye’de olup bitenler ve son olarak Husi hareketinin vekaletiyle İran’ın Yemen’de hüküm sürer hale gelmesi, Ortadoğu’daki tüm Arap ülkelerini ve tabii ki Türkiye’yi rahatsız etti. Fakat bu gelişmelerden Suudi Arabistan’ın duyduğu rahatsızlık ve hissettiği tehdit diğerlerinden çok fazlaydı. Karşı bir hamle olarak Riyad rejimi Irak ve Suriye’de kendi vekillerini İran’ınkilerin karşısına dikti. Yemen’de ise doğrudan müdahil olmayı tercih etti.
Olup bitenleri İran ve Suudiler arasında tarihi eskiye dayanan bölgesel siyasi rekabetle açıklamak meseleyi basite indirgemek olur. Yaşananlar bir mezhep savaşı mıdır aynı zamanda? Evet, olup bitenler siyasilerin başını çektiği, bazen açıktan, bazen örtülü, doğrudan yahut vekalet yoluyla devam eden bölgesel mezhep savaşıdır. Zaten mezhebi kimlikler hiçbir zaman inanç ihtilafları dolayısıyla çatışmazlar. Ortada siyasal bir rekabet ve paylaşılamayan pastalar var ise, mezhep kimlikleri ayrışma ve çatışmanın kendiliğinden bir parçası olurlar ve yakıcı, fanatik bir güç olarak siyasetin emrine girerler. Bundan sonra artık hükmedilen adli cezalar ve yapılan infazlar dahi mezhepler ve inançlar üzerinden yorumlanır, hatta yaşanan tabii ve kazai felaketler bile bunlar üzerinden açıklanır. 2015 haccı sırasında Mina’daki izdihamda 500 kadar İranlı hacının hayatını kaybetmesi aslında bugünkü yüksek gerilimi epey yukarılara tırmandıran yakın bir gelişme olarak hatırlanmalıdır. İran bu olaydan direkt Suudi rejimini sorumlu tutmuş, İran’ın önemli isimlerinin kaza süsü verilen bu operasyonla ortadan kaldırıldığını iddia etmişti.
Mezhep ve vekalet savaşları iki ülkenin sıcak savaşına dönüşür mü?
Böyle bir ihtimal tabii ki mevcut. Ancak uluslararası siyaset uzmanları her iki ülkenin aceleyle böyle bir maceraya atılabileceğini öngörmüyorlar. Mekke ve Medine’nin de sahibi olan Suudi Arabistan’a savaş açmanın tüm İslam dünyasında büyük bir infialin kaynağı olacağını İran’ın görmemesi mümkün değil. Ayrıca İran’ın başlatacağı bu savaş bugün itibarıyla Riyad rejiminin arkasındaki Batı bloğuna savaş açmak anlamına geliyor ki bu husus da İran’ı geri tutacak bir faktör olarak beliriyor.
Suudi Arabistan’ın da Batı’nın asla istemeyeceği böyle bir gelişmeye gözü kapalı gireceğini kimse beklememeli. İşin içinde İran-Rusya ittifakı olunca, Batı’nın, Ortadoğu’daki kendi müttefiklerine istedikleri gibi davranma serbestiyeti vermesi düşünülemez.
Suudi Arabistan bu idamlarla, İran’ın gittikçe artan dozdaki siyasal tecavüzlerine bir karşılık vermeyi irade etmiş olabilir. Yani tehditler karşısında risk almaktan çekinmediğini/çekinmeyeceğini İran’a ve dünyaya göstermek istemiştir. Bu aynı zamanda ülke içerisine de bir mesajdır ve her şeyin kontrolü altında olduğunu ima etmektedir. Karşılıklı bir takım diplomatik hamlelerin yapılması normaldir. Yine her iki ülkenin sokaklarında yer yer haddi aşan bazı protestolar doğal olarak vuku bulacaktır. Fakat idamlarla yükselen bu gerilimin başka olaylar bahanesiyle daha da yükselmesi yaşadığımız ortamda daima olasıdır. Ortadoğu diken üstündedir ve siyasal güçler, kamuoylarıyla birlikte düşünülürse, büyük gerginlikleri kaldırabilecek tahammül gücüne her zaman sahip olmayabilir. İşte böylesi durumlarda tansiyonu düşürebilecek arabulucu resmi ve sivil girişimlerin devreye girmesi beklenir.
Türkiye’nin bir rolü olabilir mi?
Yıl sonunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Suudi Arabistan’a resmi bir ziyaret yaparken Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Vahdet Haftası etkinlikleri kapsamında Tahran’a gitmesi enteresan bir tevafuk oluşturdu. Başkan Görmez’in İran’ın hemen peşinden Suudi Arabistan’ı ziyaret etmesi belli ki üzerinde düşünülüp çalışılmış bir programın neticesiydi. Görmez iki ülkede de büyük ilgi gördü ve söyledikleri dikkatle takip edildi. Bu ziyaretler hem Diyanet kurumunun büyüklüğünü hem de Türkiye’nin eşsiz ince gücünü bir kez daha dünyaya göstermiş oldu. Şiilerin beklediği on ikinci imam Mehdi Muntazar’ın siyaset mevkiinde vekili kabul edilen ve bu yüzden Şia dünyasının en üst temsil makamı olan Veliyyü’l-Fakih Ali Hamanei ile ve hemen arkasından Vehhabiliğin kurucusu Muhammed b. Abdülvehhab’ın (ö. 1792) torunu ve bu dini çizgiyi takip eden Müslümanların en üst temsil makamı olan Büyük Alimler Heyeti başkanı Abdülaziz Alü’ş-Şeyh ile Türkiye’nin Başkan Görmez üzerinden kurduğu temas gerçekten heyecan vericiydi. İslam dünyasının mezhepsel iki zıt kutbu ile gerçekleşen görüşmelerde tabii ki dini temalar öne çıktı. Fakat Türkiye bununla bölgede artık çatışmaların bitmesini istediği ve bu hususta ne lazımsa yapılması gerektiği yönünde İslam alemine ve tüm dünyaya güçlü bir siyasal mesaj vermiş oldu.
Söz konusu mesaj tabii ki Sünnilerden gelen bir mesaj olarak algılanacaktır. Ama Suudilerin iddia ettiği Sünnilikten farklı bir mesaj. Zira muhtevası itibarıyla Türkiye’nin tarihten bu yana temsil ettiği orta yolcu İslami yaklaşımı temsil etmektedir. Bu da bilindiği gibi mezhepçiliği, dışlamacı dini aşırılıkları onaylamayan, ihtilafları tolere edebilen, birlik ve beraberlik yanlısı barışçıl bir yaklaşımdır. İdamlar sonrası iki ülke arasında kopan ilişkilerin tamirinde sivil yanı da olan buna benzer temasların yakın ve orta vadede mutlaka yararı olacaktır. Suudi Arabistan’ın tavrını kestirmek güç olsa bile, Türkiye’nin arabuluculuğuna İran’ın ilk etapta sıcak bakmayacağı kanaatindeyim. İran, bunun yerine ileri safhada Rusya, Avrupa ve ABD’nin girişimlerini bekleyecektir. Suriye, Irak, Yemen gibi sorunlar nedeniyle Türkiye devleti İran’ın karşısında bir politik pozisyondadır. Kendi duruşu ne olursa olsun, mezhebi kimlikleri asla referans almadığını, hak, adalet ve barış esaslı tavrını ısrarla sürdüreceğini resmi ve sivil ağızlardan sıklıkla beyan etmelidir. Zira Ortadoğu’ya düşen ateş sadece taraf ülkelere değil bölgenin tüm halklarına zarar vermektedir ve böyle bir söyleme şimdi her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulmaktadır.
AA